KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com “Lineer yanılsama. Oysa belirsizlik dünyadaki tek sabit. Her şey iç içe. Geçmiş, şimdi ve gelecek inatla süren bir yanılsama… diyor Umut. Döne döne tutunmaya çalıştığı bir..
“Lineer yanılsama. Oysa belirsizlik dünyadaki tek sabit. Her şey iç içe. Geçmiş, şimdi ve gelecek inatla süren bir yanılsama… diyor Umut. Döne döne tutunmaya çalıştığı bir dünyada. Belki dünya onun etrafında dönüyor belki de o sadece kendi içinde. Ama yerinde durmayan bir şeyler olduğu kesin. Ve bir şeylerin kesinlikle yerinden oynaması gerektiği… Umut, Ali’yle birlikte İstanbul’dan Berlin’e taşınır; bu birçok şeyin bitişi, başlangıcı ya da en azından değişmesi demektir onun için. Ama beklediği gibi olmaz… Çocukluğundan beri “düzeltilmesi gereken biri” gibi hissetmesine sebep olan kopukluk hissi gitgide artar… Biz de Umut’la birlikte belirsizliğe bir adım atabilirsek belki de orada bir yerlerde bulacağımız şey kendimizden esirgediğimiz bir ıssızlıktır. Etrafımızda dönüp duran dünya, bir takım yetişilmesi gereken hayatlar, bizi normalize etmeye çalışan kurumlar, insanlar, bağlar… Ve her şeyin ortasında duran biz.”
Bu defa direkt mevzuya dalalım istedim; (2010’lardan bugüne yazdığı hikâyelerinin takibinde olmaktan mesut olduğum yazar, yönetmen, dramaturg) Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı ve rejisini (öncesinde Kargalar ve Vişne Bahçesi’ndeki oyunculuğuyla tanış olduğum, sonrası yönetmenlik mesaisinden us’a aldığım) Nagihan Gürkan’ın üstlendiği “Loop” bu peşrevden veriyor meramını… “Devlet Baba”, “Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı”, “Leydi Bright’ın Deliliği”nden adını bildiğimiz H6 Act ve “Parlak Fikirler”, “İkinci Deri”den hatırlayabileceğimiz No Yapım’ın uygulayıcı yapımcılığında sahnelenen “Loop”un oyuncuları Berfu Öngören, Uğur Karabulut ve Bora Çınar. Sahne arkası emekçileri ise: Dekor tasarımı Burak Etöz, ışık tasarımı Utku Kara, hareket tasarımı Salih Usta, kostüm tasarımı Meltem Çakmak, ses-efekt tasarımı Barış Ünder.
Umut ve Ali’nin hikâyesinin tanığı olduğumuz “Loop”un yaratıcıları, yazarı ve yönetmeni ile bir araya geldik. Fonunda, insan ve tiyatro olan kafa açan uzun bir muhabbete düştük. Ve fani / sade bir tiyatrosever olarak bu demli muhabbetten payıma düşeni ziyadesiyle aldım temizinden! Size düşen payda da ise ortaya karışık ahvalimizi dökülüyorum, üşenmeyip “Loop”un (‘döngü’nün) peşine takılınız! (İç ses: Celkan ve Gürkan’ın, hastası olduğum Şahika Tekand’ın eski öğrencileri olmasından mütevellit, röportaj kelamında Şahika Hocama en şerbetlisinden selamımızı da verdik! / Es notu: Röportajdaki 3, 4 ve 5’inci sıradaki fotoğraflar: Salih Üstündağ / 28. İTF.)
“Neden bir daha Rembrandt yok?”
İzninizle sondan başlayalım. “Modern toplumlar, geçmişten daha fazla bilgiye sahip olmalarına rağmen, bu bilgi birikimi paradoksal olarak daha fazla belirsizliğe yol açar. Çünkü bilgi artışı daha fazla soruyu ve çözülmesi gereken yeni problemleri de beraberinde getirir.” der İngiliz toplumbilimci Anthony Giddens ve ekler: “Günümüzde karşı karşıya bulunduğumuz belirsizliklerin birçoğunun kaynağı bizzat insanoğlunun bilgisindeki artıştır.” Giddens’in tarifinden yola çıkarak sizin, hem kişisel hem de tiyatro kadrajınızdan 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025’e yaklaşırken uzun ve kısa vadede dünya insanlarına ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Nagihan Gürkan: Bilgi, bilmek veya her şeyin artışı / çoğalması; kısaca, bizim dışımızda olması meselesi. Benim de çok üzerinde düşündüğüm bir şey. Kendi merkezinde kalamamak, sürekli savrulmak; aslında bunu yapan şey, biraz da kendi dışımıza koyduğumuz bu bilgi durumu. Kurgulanmış dünya; hep dışarda bir şey, bilmemiz gereken, yetişmemiz gereken ve bir süre sonra da kaygı uyandırmaya başlayan o bir takım “gereken” şeyler… Gerçi şimdilerde çok dilimizde, moda bir tabir ama her şeyin özü, kaynağı “kendimizde”. Yani bilginin, kendi kaynağımızdan geldiği meselesi… Tam da bu meselelerle ilgili olarak oyunumuza dönecek olursam, “Loop”u ilk okuduğumda da hemen tutunmuştum Umut karakterine. Çünkü kaynağınla iletişim kurmak ve kaynağındaki o bilgiyi kullanabilme meselesine çok kafa patlattığım bir dönemde bu metin bana geldi. Umut karakteri ile biraz da bu meseleler üzerinden ortaklaştım ben. O bizi sürekli (kendi halimizden, olurumuzdan) dışarı doğru çekiştiren şeylerden kurtulup, “Acaba kendi merkezimizdeki bilgiyle ilişki kurabilir miyiz?” sorum buydu… 2024 yılı aslında tam da böyle geçti benim için. Biraz savrularak… Mesleki olarak da kolay bir süreçte değiliz. Tabii sadece tiyatrocular için değil, herkes için süreç kolay geçmiyor; maddi, manevi zor bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan da tutunacağımız bir şeyler buluyoruz. Bu anlamda da “Loop” ve bunu festivale yapıyor olmak bizi çok merkezleyen bir süreç oldu. 2025’i kadraja aldığımda da hissettiğim, “bilgiye sahip olmak” durumunda kaygılandıran çok şey var ve hepsi gerçek! Ama bazen de bu gerçekler; gerçek mi, kurgu mu ve bu kurgunun dışına çıkabilir miyim dediğim anlar / zamanlar oluyor. Tam da bu noktadan hareketle, 2025’te hissim, belki bu kurguların birazcık daha dağılmaya başladığı ve belki kendi gerçekliğimizle daha çok ilişki kurabildiğimiz bir yıl ve -belki- başlangıç olur diye düşünüyorum.
Ebru Nihan Celkan: Giddens’e katıldığım, fakat eksik bulduğum yönler de var. Her şeyin sayısı arttı gerçekten; bilginin, inanç sistemlerinin, gazetelerin, markaların vs… Ama işte bu sayı artışı / çoğalması kalitesini nasıl belirliyor. Bence, 21. yüzyıl bilginin çok, fakat hem eksik hem de yanlış olduğu bir yüzyıl. Bu durum da sanki insanları inançlara daha çok savuruyormuş gibi geliyor. Doğru bilgi olduğunu düşündüğün şeyin, yanlışlığı ortaya çıktığı zaman inancına doğru çok güçlü bir şekilde savruluyorsun. Örneğin, D. Trump seçimleri süreci de bize bunu gösteriyor. Bir rasyonellik var, bir de rasyonel olmayan bir şekilde, sürekli insanların inanç sistemlerine seslenen “ABD’yi yeniden büyük yapacağım” gibi, aslında tamamen manipüle eden bir hal var. Dolayısıyla ben, bilginin artışından ziyade kurumların, bilginin kalitesine dair bize doğru veri olamıyor / veremiyor oluşundan rahatsızım… Bu durum bir süre sonra pek çok şeyi etkilediği gibi, sanata da etki ediyor. Şu soru çok meşgul ediyor beni: “Neden bir daha (Hollandalı ressam, baskı ustası) Rembrandt yok?” ya da (Norveçli oyun yazarı, şair) Henrik Ibsen, 1879’da yazmış / yayınlamış “Nora”yı ki hâlâ sahneliyoruz ve bugün hâlâ bizleri etkiliyor. Ama acaba bugün, benim yazdığım oyun/lar gelecekte bir projeksiyon sunacak ve insanları etkileyebilecek mi diye düşünüyorum. Burada da işte sayısı artan şeylerin kalitesinin ve güvenirliliğinin azaldığını görüyorum. 2024’te de bu mevzunun zirvesinin yaşandığı düşünüyorum. Gerçekten merak diyorum K. Marx bu zamanları görseydi ne derdi! “Tez ne, anti sentez ne ve sentez ne?” diyebilmemiz için rasyonel bir zemine ihtiyaç var. 2025’ten açıkçası çekiniyorum. Çünkü dünyaya baktığımızda, duyguların çok tavan yaptığı bir dönemdeyiz ki bunlar da “ırkçılık, cinsiyetçilik” gibi yıkıcı duygular. İnsanların duygularına, ilkel zemine / zihnine doğru hücum etmeleri ve kendilerini savunmaya bu kadar savrulmuş olmaları, açıkçası beni tedirgin ediyor. 2025’te tam da bu söylediğim sebeplerden kültür sanatın da etkilemesinden korkuyorum. Belki de Albert Einstein haklıdır, bizim oyuna referans vereyim; “3. Dünya Savaşı’ndan emin değilim ama 4. Dünya Savaşı taş ve sopalarla yapılacak.” Oyunda da söylüyoruz; kendisinin göçmen olduğunu bile fark etmeyen bir göçmen kitle var. Çok acayip geliyor bana bu. Mesela, buradaki beyaz yakalıların göçmenlere kızıyor olmasını anlamakta zorlanıyorum. Çünkü ilk fırsatta göçmen olacak insan aslında kendileri…
Gelelim, “Oysa belirsizlik dünyadaki tek sabit. Her şey iç içe. Geçmiş, şimdi ve gelecek inatla süren bir yanılsama…” sözleriyle merhabasını sarkıtan “Loop”a… Çıkış noktasını anlatır mısınız?
Ebru Nihan Celkan: Ocak 2011’de alkolü bıraktım. Büyük bir mücadeleydi ve bunu bir gün yazacaktım zaten, sadece tek başına yazmak istemiyordum. Çünkü sinema, edebiyat ve tiyatro bunu bize öyle bir anlattı ki sanki her gün içersen bağımlıymışsın gibi ve bir gün gelecek “uyanacaksın”… Bu böyle bir şey değil ki ama; çok uzun süren bir mücadeleden bahsediyoruz. O yüzden de doğru bir korteksin ve doğru bir zeminin içerisinde olmasını istedim hikâyenin. 2019’da Almanya’ya taşındım ve bu değişiklik yıllardır alkolle yaşadığım en önemli mücadeleyi de beraberinde getirdi. Bir de işin içine göçmen ve kadın olmak meselesi girince… Mesela, Türkiye’deki bir kadın üretici oraya (oralara) gittiğinde, zannediyor ki çok rahat edecek ama hayır, kadın olduğun zaman, daha önce ünlü bir feministin söylediği gibi, ülken yok, milletin yok, senin tek ülken ve milletin kadın olmak aslında. İstersen Almanya’ya git istersen ABD’ye veya Türkiye’ye… Farklı farklı seviyelerde o kadınlık, senin karşına çıkartılıyor bir engel olarak… Ben de tüm bu meramımı fizikçi bir kadın karakter üzerinden anlatmak istedim ve bir buçuk yıl önce Nagihan’ı aradım, böylece “Loop”un macerası başlamış oldu. Fakat sonrası sahnelemek için çok uzun çabaladığımız bir süre var.
Nagihan Gürkan: Dediğim gibi, metni daha ilk okuduğumda çok heyecanlandım. Metnin, bir yapısının ve bir biçiminin olması yönetmen olarak beni heyecanlandıran bir şey, çünkü metin kendi başına bir şey üretmeye başlıyor ve onu şekillendirmek de çok eğlenceli. Uzunca bir yazıyla gittim Ebru’ya; okudum ve bunu yazdım diye. Metni okuduğumda kafamda şekillenen bir şeyler vardı, birazcık daha biçimsel, birazcık daha soyut. Ama bir süre sonra fark ettim ki zaten Ebru o kadar biçimsel bir şey yazmış ki, bir de ben rejiyi üstüne öyle koyarsam seyirciyle bağı nerede kuracaktı hikâye? O zaman da biraz rejiyi sadeleştirdim, biraz daha seyircinin tutunabileceği izlek alanları yarattım. Metin geçmiş ve bugün arasında git-gel şeklinde anlatıldığı için; burada oyunculuk devreye giriyor; o da oyunculuğun büyüsü… Ve eğer seyirci, oyuncu ile ilişki kurabilirse oyunda, o hikâyenin içinde onlarla birlikte dolaşmaya başlıyor. O yüzden benim için bu işte oyunculuk kısmı çok önemliydi. Festivale yapacağımız kesinleştikten sonra da Mayıs ayında, bir aylık bir prova sürecine girdik ve sadece oyunculuk çalıştık… 23 Ekim’de de prömiyer gerçekleşti. O süreçte, metin ve oyuncularla birlikte üretmenin verdiği keyif, tekrar hatırladığım bir şey oldu. O anlamda da benim çok keyif aldığım bir süreçti.
Metin, yönetmen ve oyuncular hazır, fakat “çabaladığımız” dediğiniz kısmı biraz açmak isterim. Genç tiyatrocu arkadaşlara da rota olur niyetine? Bu cevap bir nevi bugünün tiyatro yapma – yapabilme hemhalinin de fotoğrafı olacak zira!
Ebru Nihan Celkan: Almanya’dan döndüm. Üç yıl sonra Türkiye’de tiyatro yapmaya çalıştım. O üç yıl içerisinde, Türkiye’de tiyatro sistemi baştan aşağıya değişmiş. Öncelikle kapıların girişindeki kişilere ulaşmanız gerekiyor, onu fark ettim. Biz alternatif tiyatro yaptığımız dönemde böyle değildi. Oyun yapmak istersin, bir arkadaşın sana sahnesini açar, provanı yaparsın ve oyunu sahnelemeye başlarsın, bu kadar. Hatta o sahne sana bu oyunu yapabilmen için destek de olur/du. Bugün ise yapımcılar, uygulayıcı yapımcılar vesaire işin içine girmeye başlamış. Bir taraftan endüstrileşme, yani alanın endüstrileşmesi anlamında insana umut veriyor gibi görünse de, bu endüstrileşme kolay bir şey değil, onun ilk başlarında olduğumuz için de zorlayan bir süreç aslında… Ben tiyatrodaki en büyük tehdidin şu anda tekelleşmeye doğru gidiyor olmasını görüyorum ki bu da ayrı bir tartışma konusu. Bu kadar çok oyun çıkarken, nasıl tekelleşmeye gidiyor onu da anlatırım, yani sayısal bir şey değil dediğim. Kısaca, çabaladığımız kısım arka tarafı, yani sahnelemeden önceki süreçti: Nasıl yapacağız, kimlerle yapacağız? İşte o noktada, festivallerin önemi ortaya çıkıyor. Net olarak söyleyeyim, İstanbul Tiyatro Festivali’nin yapılıyor olması müthiş iyi. Festivale başvurduk ve bu da “Loop”un başlangıcı oldu. Sonrasında prova sürecinde de oyuncular ve yönetmenin katkısıyla şekillendi metin. Bu şekillenmeden de çok memnunum, tam olması gereken matematiğe ulaştı sonuçta hikâye.
“Aslında hiç öyle bir şey değil, var oluş krizi bu”
Sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masaya yatırdınız? Mesela, oyunun ilk merhabasını verdiği cümleler ve Umut’un da mesleğinin fizikçi olması hasebiyle aklıma düşen, son günlerde Japon teorik fizikçi (Michio) Kaku’nun şu açıklamasıydı: “Dünya ve bizler birer hayal ürünüyüz, evren gerçek değil. Bir simülasyonun içinde yaşıyoruz.” Bizler post-truth çağında nefeslenmeye çalışırken, üstüne bu kadar da fanilik mesaisiyle cebelleşiyorken, simülasyonda olmamız veya olmamamız ne kadar anlaşılıyor ki oyunda da fizik / felsefe rotalı repliklerden kaynaklı, metnin hissini yakalayamama halimizi düşündünüz mü?
Ebru Nihan Celkan: Fizik meselesini çok seviyorum açıkçası, özellikle biraz daha felsefeye bakan tarafını. O yüzden beni tuttuğu için seyirciyi de tutabileceğini düşündüğüm bir metin… Bir de herkesin öyle zamanları olmuştur, oluyordur; bir an gelir gökyüzüne, yıldızlara bakarsın. Bu evrende yalnızlığını düşünürsün, hani böyle melankolik bir hale girer insan. O melankolik hale girdiğimizde de aslında farkında olmadan felsefe yapıyoruz. Oyunda da farkında olmadan felsefe yapmak değil de, bayağı farkında olarak fizik yapan bir kadın var. Kendi durumunu fizik üzerinden okumaya çalışan bir kadın. Dolayısıyla ben hiç endişe duymadım, “seyirci, bu hali alımlar mı alımlamaz mı?” diye. Çünkü benim için orada önemli olan, döngüsel olan şey… Ama içine düştüğümüz o zavallılığı, fanilik diyorsun ya, hepimiz o faniliğin içerisine düşüyoruz. Buna da işte orta yaş krizi veya menopoz krizi vs. diyorlar. Aslında hiç öyle bir şey değil; var oluş krizi bu… Çünkü baktığımız zaman krizsiz bir dönemi yok ki insanın. Bütün hayat, o var oluş krizi. Ve benim üzerinde düşündüğüm; “Bu var oluş krizini nasıl aşarım?”, “Kendimi tekrar etmeyi nasıl bırakırım?” sancısı…
Yazarken, sahnelerken veya sonrası seyirci ile buluştuğunuzda, bu tür mevzulara dair baktığınız, ilginizi çeken detaylar nelerdi ya da yeniden teyidini yaptığınız alanlar, mevzular oldu mu?
Ebru Nihan Celkan: Ben çok belgesel izliyorum. Hatta birinde mesela, karadeliği anlamlandırmaya çalışan bir grup fizikçinin konuşmalarını dinlemiştim. Çünkü insan karadeliği anlamlandırmaya çalıştığı zaman, hayatın boşluğunu da görüyor ve o zaman da, “nasıl devam ediyor bu insanlar” diye düşünüyor. Bu tür konular bu sıralar çok revaçta dünyada da… Gerçekliği aradığımız için belki de… Ve benim aklım / algım bu gerçekliği ararken galiba daha akla ve fiziğe doğru giden bir yerde. O yüzden fizik açıkçası ya da matematiği sevmediğim için fizik! Bir de fiziğin felsefeye çok yakın bir tarafı var. Özellikle kuantum fiziğinin, insanın anlam arayışıyla çok bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Evrendeki yerimizi sorguluyor sonuçta.
Nagihan Gürkan: Ben mühendislik mezunuyum. Sonra tiyatro master’i yaptım. Ama garip bir şekilde ben de galiba o analitik olandan biraz böyle mesafelenmiş biriyim, yıllarca yoga yaptım, meditasyonlar… Ebru’nun gittiği yere, ben biraz daha diğer, spiritüel kanaldan gidiyorum gibi. Fakat metin üzerinden konuşacak olursam, benim için çok tanıdıktı hikâye. Bir de çok garip bir şekilde, nasıl desem teorik olarak bazen kendimi ifade edemem ama içgüdüsel olarak daha fazla… Mesela, 2019’da “Evin Kokusu” adlı bir oyun yazıp, yönettim. Ekip çok gençti ve onlara; “Dünya bizi böyle lineer bir başarıya ya da lineer bir sonuca doğru itiyor ama aslında dişil olan biraz daha döngüsel bir şey…” gibi sürekli bir takım şeyler anlatıyordum. Sonra “Loop” elime geçtiğinde, bu’ymuş zaten konuşmamız gerekenler diye düşündüm. Bunların hiçbiri birbirinden ayrı değil. Oyun karakterimiz Umut’un da bize söylediği, “Bu dünya sizin, siz bu dünyayı hep böyle sanki bir yerden başladınız ve bir yere doğru gidiyorsunuz gibi yaşıyorsunuz. Ama ben öyle yaşamıyorum.” Bunların hepsi benim hayatımda da olan şeylerdi zaten. Sadece şöyle bir endişem vardı oyunda, finaldeki tiratta acaba seyirci de benim istediğim şeyi hissedecek miydi? Yani o “teknik terimlerle” hayatıyla ilgili bir bağlantı kurabilecek miydi? Orada da Ebru, metne şahane bir tirat yazarak kalbimizi fethetti gerçekten. Bunlar fizik terimleri değil. Biz bu hayata dair bir şey konuşuyoruz aslında o terimlerle.
“On sekiz oyun ve on sekiz Umut karakteri”
“Hem nereye gideceğimizi bilmiyoruz, hem de geç kalıp kalmadığımızı” diyen “Loop” günümüzde hangi kadrajda nereye denk düşmekte ve bize ne anlatmakta?
Nagihan Gürkan: Müthiş bir replik. Her şeyin üzerinden okuyabiliriz bunu; en gündelik olandan, çok daha felsefi olana kadar taşıyabileceğimiz bir replik… İTÜ’de seçmeli tiyatro dersi veriyordum. 22-23 yaşında öğrencilerimin tek derdi, bir an önce mezun olup işe girmekti fakat sorsan, “Nereye gideceksin?” Hiçbir fikri yok, gitmesi gerektiği bir yer olduğunu düşündüğü için acelesi var sadece… Tam öyle bir yerdeyiz şu an! Umut’un bu atomlardan oluştuğumuzu bize anlattığı bir yer var oyunda… O katı olanın dağılmaya başladığı, yani ben, sen, o, tüm bunların hepsinin ortadan kalktığı… Yapılması gerekenler, doğrular, bir takım tanımlar, kavramlar, tüm bunların hepsinin yavaş yavaş belirsizleşmeye ve geçirgenleşmeye başladığı yer… Mesela, bu bana çok iyi geliyor. Metinde bunu, Umut’un ağzından duymak! Böyle, her seferinde Umut’tan o replikleri duyabilmek için yeniden izliyorum.
Ebru Nihan Celkan: Burada (Avusturyalı nörolog ve psikiyatrist) Viktor Emil Frankl’in “İnsanın Anlam Arayışı” kitabına referans vereyim. Oyunun temel meselelerinden bir tanesi. Biz oyunda “insanı” kırmış oluyoruz biraz, kendi açımdan söylediğimde “kadının anlam arayışı” diyebiliriz aslında. Bu arayışı tek ben mi yapmışım; hayır, yüzyıllardır süren bir arayış bu baktığımızda. Sadece oyunda, bu arayışın araçlarının çok güçlü bir eleştirisi var. O araçlara saplanıp kalmamak! Biz bir parçaya tutunup, o parçanın bütün her şeyi etkilediğine dair bir inanç geliştiriyoruz ve bir bakıyoruz, yıllarımız o parçanın üzerine geçip gitmiş. Yıllarca terapiye gidiyor böyle, anne, baba travmasını çözmeye çalışıyor. Oysa bütünsel bir şey var orada, tek başına bu parçanın bütün hayatını etkilediğini düşünmek çok büyük bir haksızlık. Sen, o kadar küçük değilsin! Veya tek başına yoganın seni iyileştirebileceğini düşünmek çok büyük bir haksızlık. Sen sadece yogadan ibaret olamazsın! Bu bağlamda da biraz tepki aslında “Loop”… Bizim coğrafyamızdan örnek vereyim; semazenlerin başlarına taktıkları (sikke) sarıktan / külahtan bir tül çıkar. Tülün çıktığı yer beyinciktir, bittiği yer kalp. “Ne o, ne o” der, ikisi birden. İkisine birden ihtiyacımız var. Oyun da buna çağrı yapıyor: Yüzleşmek istiyorsan, kendinle de ailenle de yüzleşeceksin ve yoga da yapacaksın. Ama gitmek istediğin yolun neyse, hangi ihtiyaç çıkarsa çıksın, -bizim oyunumuzda akademisyen olmak isteyen bir kadın var- o yolu yürümek için irade göstermeye ihtiyacın var. Bunun için aşkı, aileni ve kendini bile suçlayamazsın. O yolda yürümeye devam etmen gerekiyor sadece. Parçalara bu kadar saplanıp kalmadan, bütünsel bir şekilde kendi hayalinin peşinden gitmek ve istediğinde de, “bana neler yardımcı olabilir, benimle neler yoldaşlık yapabilir ve ne zaman onlarla helalleşmem gerekir, ne kadar kendime yaslanmalıyım?” gibi bu sorular üzerinden bir hikâye / oyun bu. Ama temelde insanın anlam arayışı.
Adıyla manidar, hatta yaşadığımız coğrafya itibariyle de tebessüme düşüren -ki bu kaçıncı oyun karakterinin / öznenin adı- Umut, “Loop” içinde bu defa bizlere ne diyor? Ya da bizlerin ortaya karışık fotoğrafını nasıl görüyor ve de çekiyor?
Ebru Nihan Celkan: Çok yakın bir zamanda bir akademisyen dinledim. Biraz üzüldüm söylediği şeye. Umut, liberal bir kavramdır diyor. Çok şaşırdım. Biraz daha statik bir “umut”tan bahsediyor tabii. Alman filozoflarına göre de umut hareket ettiğin sürece var olan bir şey. Bence liberal umut denen şey statik; “Umut edelim ki böyle olsun. Biraz daha dayan, sabret ki şöyle olacak” gibi… Oysa benim karakterlerde “Umut”u seçmemin sebebi, statik değil, tam tersi dinamik bir unsur olması gerektiğine dair bir inanç. Ana karakter, kararlar veriyor, hatalar yapıyor, düşüyor ve tekrar kalkıyor. Umut böyle bir şey olmalı bence, yani hayatın içerisinde olan, mücadele eden, üstünü başını kirleten biri… Ben, on sekiz tane oyun yazdım. On sekiz oyundaki Umut karakterine baktığımızda, hiçbir ortak özellikleri yok. Cinsiyetleri, yaşları, sosyoekonomik düzeyleri, etnik kökenleri, kısaca her şeyleri farklı. Aslında onları Umut olarak seçme nedenim, seyirciyle şunu paylaşmak: Hepimiz Umut olabiliriz. Yaşımız kaç olursa olsun, cinsiyetimiz ne olursa olsun, ne iş yapıyor olursak olalım, hiç fark etmez. Ama Umut olabilmek için kararlar vermemiz, hata yapmamız, -belki- yenilmemiz ve tekrar ayağa kalkmamız lazım. Umut böyle oturduğumuz yerde bekleyerek yapabileceğimiz bir şey değil. Umut; dinamik biri, dinamik bir yapı ve dinamik bir düşünce sistemi… Daha önce de söylemiştim, oyunlarımı genellikle -en çok- 16, 17 ve 18 yaşındaki gençlerin izlemesini çok istiyorum, tam da ergenliğin zorlu yollarında yürürken. Çünkü “umudun” en çok sorgulandığı bu yaşlar…
“Dünyanın gerçekliğine ışınlanmak için yaptığı bir şey”
Yazarın Umut karakterini görüp de çizdiği resim böyleyken, yönetmen olarak sizin perspektifinizde nasıl bir karakter veya kavram?
Nagihan Gürkan: Ebru o kadar çok şey yapıyor ki, o hareketin kendisi zaten “umudu” kendi başına doğuruyor bence. Sistemin kendine dâhil ettiği “umut”la, bizim bahsettiğimiz “umudun” ayrıldığı yer de orası. Sistem daha lineer bir “umut” hep sonuç odaklı ve sonucunda edinilecek bir hemhal. Ama biz “umudu” hep süreçle birlikte kuruyoruz. O an yaptığın şeyin kendisi bir “umuda” dönüşüyor. Yoksa sonunda edineceğin bir şey olarak değil! Dolayısıyla belki Umut karakterinin bize söylediği şey de, işte o döngüsel olan, annesine diyor ya, “Her seferinde tökezleyeceğim ve yeniden kalkacağım”. Herhalde Umut’u en çok buradan seviyorum.
Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz Umut ve Ali ile tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz ve bir vakit, aynı masalarda kelama düşmüşsünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
Ebru Nihan Celkan: Öncelikle ikisine de sarılırım. Ali’ye, “Erkek olmayı bu kadar önemseme, şövalye olmak zorunda değilsin!” Umut’a da, “Dünyanın bütün yükünü sen yüklenme istersen!” derdim.
Nagihan Gürkan: Ben de ikisine sarıldım. Ali’ye, “Bir süre git. Mesela, Kaz Dağları’na. Telefonunu kapat ve yok olmayı dene bir kez de. Var olmak için artık çabalamayı bırak.” Umut’a da, “Beni dansa götür!” derim.
Umut karakteri çocukluktan yetişkinliğe uzanan bir bağımlılık halinin içinde. Günümüz yaşam mesaisinde de alenen veya bilmediğimiz / keşfetmediğimiz bir sürü bağımlılıklarımız var aslında. Bugünün dünyasına baktığımızda Umut’un bağımlılığının yerine pek çok şeyi koyabiliriz de; sosyal medya, spor yapmak, yemek yemek, alışveriş yapmak veya vazgeçemediğimiz insan/lar veyahut takıntılarımız. Bu “bağımlılık” mevzusunu nasıl gözlemliyorsunuz?
Ebru Nihan Celkan: Ben, kendi tecrübemden söyleyebilirim. Bağımlılığı duygusal bir süreç olarak tasarlıyor ya dünya bize. Benim öğrendiğim ve kendi mücadelem içerisinde gördüğüm kadarıyla biyolojik kökleri de olan bir şey. Zihnimizin çalışma biçimiyle de alakalı. Hatta bağımlılık sebebini yaratan hormonlar var. Bazı insanlarda aktif oluyor, bazılarında olmuyor… Hep söylediğim, bir şeye hep tek gözle bakmaya çalışmak, onu yarım gösteriyor bize. Bu çağda (herhangi bir şeye karşı) bağımlı olmayan insan var mı, çok emin değilim! Bazı bağlılıklar başka şekilde stigmata (damga) ediliyor. Ama aynı yoga stüdyosunda haftanın yedi günü gidip, günde beş saat yoga yapan insan için ne diyeceğiz; o sağlığının peşinde koşuyor da bağımlı değil mi mesela! Bence burada tanımlayan şey; neyin, neye hâkimiyet kurduğu. Yani sen mi ona hâkimsin, o mu sana ya da onu kontrol edebiliyor musun?
Nagihan Gürkan: Metni ilk okuduğumda Umut’un bağımlılığının bana hissettirdiği, o kadar bu dünyanın gerçeğiyle bağlantı kuramıyor ki o sebeple de bu dünyanın gerçekliğine ışınlanmak için yaptığı bir şey gibi gelmişti. Çok da “tamam” olmuştum, tabii biraz kendi tercihi olarak da o yola girmişti, o zaman onu değiştirme ihtimali de var gibi. Biraz öyle okumuştum metni. Bunu bir bağımlılık üzerinden değil de aslında neden oraya kaçtığıyla ilgilenirse, zaten o kaçışla da mücadele eder gibi gelmişti. Dolayısıyla benim için biraz öyle bir yerde duruyor… Yarattığımız bir sürü şeyi, bir şeylerden kaçmak ya da bir şeyleri durdurmak adına yapıyoruz. Bülent Somay bir derste şöyle demişti: Tik’lerin de ibadet etmek gibi bir şey olduğu… Görünen o ki bir şeye / ritüele ihtiyacımız var, bir şeyi tekrar edip bir şeye tutunmaya ihtiyacımız var.
“Akışında hepimiz her şeyi hayatta kalmak için yapıyoruz”
“Loop” kişisel deneyimlerinizden bizlere tuttuğunuz bir ayna ve aslında hayattan da payınıza düşeni alıp, sonrası yazarlık mesainizden ortaya çıkan bir hikâye… Şimdi sahnede dile gelen bu hikâye güzergâhında söylemek istediğiniz bir meram var mıdır, şu paraf da es geçilmesin dediğiniz?
Ebru Nihan Celkan: Belki kendimi tekrar edeceğim ama; bu ikili düşünce sisteminden uzak kalmamız gerektiğini düşünüyorum. Siyah-beyaz, doğru-yanlış, hak-batıl, bilim-metafizik, kadın-erkek, neyse işte o, ikili olan her şey. Çünkü duygu ve düşünce çeşitliliğimizi, ikili ilişkiler sırasında aldığımız rol modellerinin çeşitliliğini hepimiz aslında biliyoruz. İşin üzücü tarafı bu. Fakat ilişki yaşarken her zaman kadın, erkek olmuyoruz. Aynı ilişkinin içerisinde anne- çocuk oluyoruz, iki iyi arkadaş oluyoruz, iki delikanlı olup muhabbet ediyoruz, iki kadın olup, yeter artık bahar temizliği yapmak istiyorum diyoruz. Biz, kendimiz hayatın olağan akışında bu ikilikler dışında yaşarken, neden hâlâ dilimizde bu kadar ikiliğe böylesi tapıyoruz ve bunu böyle bir amentü gibi tekrar ediyoruz. O yüzden oyunda da böyle; Ali kötü, Umut iyi ya da tam tersi bir durum yok… Hayatın olağan akışında hepimiz her şeyi hayatta kalmak için yapıyoruz. Tüm bu ikiliklerden ve tarafgirliklerden ne kadar çabuk uzaklaşabilirsek ve sadece hikâyeye odaklanabilirsek ve aslında hikâyede bizimle iletişim kurduğu noktalardan iletişim kurabilirsek sanırım, biraz daha “fark”a bakmaya başlayabiliriz. İzlediğimiz hikâyelere de kendi hikâyemize de. Bu oyun, bireysel zorluklarımızın daha geniş bir insan hikâyesinin parçası olduğunu kabul ederek, bu empatiyi geliştirmek ve paylaşmak için rasyonel bir arzudan kaynaklanıyor. Hikâyemizi yeniden yazmak için döngülerimizin bize özgü olmadığını kabul etmeliyiz sanırım. Yalnız olmadığımızı, mücadelelerimizin paylaşıldığını ve eylemlerimizin kolektif olarak dalgalandığını gerçekten anladığımızda, tekrardan kurtulma ve yeni bir şey yaratma gücünü kazanırız… Bazen Ali bazen Umut bazen de birilerinin hikâyesini ilerletmek için dışarıdan destek olan (oyundaki üçüncü karakter) DJ oluyoruz. O sahnede gördüğümüz her şey hayatımızın bir döneminde bizim hikâyemizi işaret ediyor aslında. Gri alanlara ihtiyacımız var, nefes almak için. Hatta siyahla beyaz arasındaki bütün renklere ihtiyacımız var.
Sizin yarattığınız hatta Celkan’ın da, “muhteşem katkısı” dediği DJ’den bahsedelim. Oyunun üçüncü karakteri DJ; endamıyla sahnenin solunda, özerk alanında, sesi çıkmasa da hikâyeye ışık, müzik ve objelerle rota belirlemesi yapan, bir nevi Umut ve Ali’nin eşlikçisi. Oynamadan hikâyeyi renklendiren bu karakter nasıl doğdu ve adı neden DJ?
Nagihan Gürkan: Metni okuduğumda dışarıdan bir etkiye ihtiyaç duydum. Umut’un etrafındaki onu çekiştiren her şeyin (önce babası, sonra sevgilisi-eşi, yoga hocası, psikiyatristi gibi) dışında biri daha (DJ) orada ve bu oyuna müdahale ediyor; müzikle, sinyallerle, ışıkla veya bir takım aksesuarlarla. Arada oyun dağılıyor, fakat (hayat gibi) yeniden devam ediyor… Ki biraz da bir tık oyunsuluk katsın istedim. Dolayısıyla DJ’i dışarıdan bir etki olarak düşündüm. Çünkü zaten çizdiğim soyut bir dünyaydı; onun oyunsuluğunun altını çizelim istedim. Mesela, Ebru izleyince provaları DJ’i, Umut’un kafasındaki bir sürü sesten biri gibi, dedi… Bu arada sadece DJ değil, Umut da o dördüncü duvarı kırıyor, seyirciyle diyaloğa geçiyor oyunsuluğun bir parçası olarak… Adına gelince; müzikle, seslerle ilişkilendiği için ona DJ dedik. Başlarda sahne cini dedim, yönetmen (yönetmenin sahnedeki temsilisin) dedim. Ama başından beri o oyunsuluk üzerinden kurdum DJ karakterini. Tiyatro ne; aslında biz bir yapı kuruyoruz ve onun içinde oynuyoruz. Seyirciyle eğer doğru yerden el sıkıştıysak, oynadığımız şeye ikna olur, empati kurar ve birlikte aynı düzlemde bir şey açmaya başlarız. Ve sahnede başlayan şey, seyirci tarafında da açılmaya başlar. Dolayısıyla bu oyunsuluğun hep ortada / sahnede görünüyor olması, seyirciyle yaptığımız anlaşma adına da bana çok dürüst geliyor.
Oyunda DJ’in bir anda seyircinin kucağına attığı bir oyun topu var. Mesela, bende uyandırdığı düşünce, hayatta da böyle aniden, belirsizlikler içinde bir şeyler önümüze çıkabilir, hatta durumun içinde / özne olarak da kendimizi bulabiliriz.
Nagihan Gürkan: Bu çok güzel işte… Sanat, bence böyle bir şey! Üniversitede ders veriyorum, öğrencilere de (Samuel Beckett’in 1949’da yazdığı) “Godot’yu Beklerken”i konuşurken söylediğim: Biz Godot’nun kim olduğuna dair makaleler, tezler, araştırmalar okuyalım veya yapalım… Beckett’e (Godot kimdir diye) soruyorlar, “Bilmiyorum” diyor. Ama müthiş olan şey bu. Ben de DJ karakterini sadece “oyun kuran biri” olarak kurguladım. O topu da seyirciye vermesi, sadece oyunsuluğun bir parçası. Seyirci de isterse topu atabilir veya baştan almayabilir de. Sanatın bence güzel tarafı da bu. Bir şeyin herkese başka bir anlam ifade ediyor ve üretiyor olması ki bence bu çok keyifli.
Son zamanlarda ilginize mazhar olan neler var kültür sanat rotasında paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?
Nagihan Gürkan: İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyrettiğim (Tiago Rodrigues’in yazıp yönettiği (Comédie-Française) “Hekaba, Hekaba değil”… Seyrettiğim günden beri gerçekten motivasyonum oldu. Evet, çok basit, sade ve çok yapıldı da. Ama muhteşemdi. Çünkü “Hekabe’yi bugün anlatsam nasıl anlatırdım”ın cevabıydı aslında. Okuduğum kitaplar arasında yer alanlar şöyle: Sally Rooney’in (Can Yayınları, Emrah Serdan çev.) “Normal İnsanlar”, Amir Levine ve Rachel Heller’in (Aganta Kitap, Ebrar Güldemler çev.) “Bağlanma”, Sepin İnceer’in (Doğan Novus) “Ağıtların Tanrısı”…
Ebru Nihan Celkan: Son zamanlarda izlediğim, etkileyici oyunculuğuyla Cate Blanchett’ın başrolünde oynadığı dizi “Disclaimer”. Kitap olarak, Nobel aldıktan sonra daha da ilgimi çekmeye başladı: Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un (Doğan Kitap, Yüksel Taşkın çev.) “Dar Koridor” ve (Faruk Rasim Velioğlu çev.) “Ulusların Düşüşü”. Matt Haig’in (Domingo Yayınevi, Kıvanç Güney çev.) “Gece Yarısı Kütüphanesi”. Son üç aydır tenis oynamaya başladım; 45 yaşındayım tenise başladım, buradan hareketle yeni bir şeye başlamak belki iyi gelebilir, tavsiye ederim. Eskidi biraz ama dönüp dönüp izlemek istediğim filmlerden biri, izlemeyenler için (Yönetmen: Justine Triet, Oyuncular: Sandra Hüller, Jehnny Beth, Samuel Theis) “Bir Düşüşün Anatomisi”… Bir de Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu’nun yaptıkları “Nereden Başlasam?” podcast serisi çok iyi, tavsiye ederim.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.